Fotoğraf demek ışık demektir aslında. Makine karşıdaki nesneyi, insanı değil; ton değerini, rengi ve ışığı algılar. Bu fotoğraf makinelerinin sensör dediğimiz, Türkçeye algılayıcı olarak çevrilmiş bir bölümü vardır. Bu algılayıcının görevi ise kısaca görüntüyü kaydetmektir. Yani görev olarak analog dönemde filmin yaptığı işi, bugün sensör/algılayıcı yapıyor diyebiliriz.
“Yüzü ışığa yöneImiş insan, kaç yaşında oIursa oIsun gençtir.”
PauI Heyse
Mesela cep telefonu sensörleri küçüktür. Bu, çektiğin fotoğraftan kaliteli bir baskı elde edemeyeceğin anlamına gelir. Biraz büyük bir baskı yapayım desen fotoğrafların piksel piksel görünür. Profesyonel fotoğraf makinelerinin sensörleri ise büyüktür; daha kaliteli baskılar elde edersin. Bir de orta ve büyük format fotoğraf makineleri var ki, gidip duvar ebatında baskı alsan sorun yaşamazsın.
Bu makineleri biz insanlara benzetmekten pek hoşlanırım. Azımsanamayacak kadar çok ortak noktamız var çünkü. Bizlerin de algılayıcıları yok mu? Diyelim ki hoşlanmadığımız birisi bizi eleştirse nasıl dinleriz? Peki sevdiğimiz birisi aynı eleştiriyi yapsa nasıl dinleriz? İkisi arasında büyük bir fark oluşur değil mi? Birincisini belki hiç duymayacak, hatta dinlerken içimizden sert cevaplar, savunmalar üretmeye başlayacağız. Diğerini ise tüm samimiyetimizle, kulaklarımızı kocaman açıp dinleyeceğiz. Belki de sonunda karakterimiz bir dönüşüme uğrayacak ve o davranışımızı değiştireceğiz.
E bu da bizim algılayıcımız değil mi? Nasıl daha iyi bir görüntü için daha pahalı makineler alıyorsak; bizler de daha açık bir zihni, daha farklı bakış açılarını hak etmiyor muyuz? Sağlıksız bir psikoloji düzeyinin bizi yönetmesinden arınmış, özgür düşünceye ihtiyacımız yok mu? Ya hayata piksel piksel bakıyorsak eğer.
Bırakalım ışık içeriye girsin...
Comments